Dünyanın İlk Dili Hangi Dildir? Toplumsal Cinsiyet, Çeşitlilik ve Sosyal Adalet Açısından Bir Bakış
Bir Sorudan Yola Çıkmak: Dünya ve Dil
İstanbul’un karmaşasında, bir sabah işe gitmek için vapura bindiğimde, yanımda oturan yaşlı adamın Türkçe’yi nasıl kullandığını dikkatle dinledim. Konu dil olunca, aklıma hemen şu soru takıldı: Dünyanın ilk dili hangi dildir? Bu soru sadece dilin tarihsel boyutuyla ilgilenmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal cinsiyet, çeşitlilik ve sosyal adalet gibi meselelerle de yakından ilişkilidir. Çünkü dil, sadece iletişim kurma aracından çok daha fazlasıdır. Her kelime, bir kültürün, bir kimliğin, bir tarihsel sürecin taşıyıcısıdır.
Dilin İktidarı: Hangi Dili Konuşuyorsak, Kimliklerimiz De O Dilde Şekillenir
Geçtiğimiz hafta bir akşam, iş çıkışı toplu taşımada birkaç genç kadının yaptığı sohbeti duydum. Konu, başörtüsü takan kadınların toplumdaki algısıydı. Birisi, “Bize hala başörtüsü yüzünden farklı gözle bakıyorlar, dilde bile bu ayrım var,” demişti. Bu söz, bana dilin sadece iletişim aracı olmadığını bir kez daha hatırlattı. Toplumun bir dilde kullandığı her ifade, o toplumu nasıl algıladığını, hangi kalıplar içinde hareket ettiğini gösteriyor. Kullandığımız dil, toplumsal yapıyı ve sosyal adalet anlayışını doğrudan etkiliyor. Örneğin, başörtülü bir kadının halk arasında “daha az entelektüel” veya “geri kalmış” olarak görülmesi, dildeki ayrımcılıkla çok sıkı bir bağlantı içindedir. Bu, dilin gücünün somut bir örneğidir.
Bir toplumda kullanılan dil, genellikle o toplumun iktidar yapısının bir yansımasıdır. Kimlerin daha görünür olduğu, kimlerin sesinin daha çok duyulduğu; dilin hangi biçimlerinin, hangi kelimelerinin daha çok tercih edildiği, tüm bu faktörler toplumsal cinsiyet eşitsizliği, çeşitliliğe duyarsızlık ve sosyal adaletle doğrudan ilgilidir. Hangi dilin ilk dil olduğu, bu bağlamda çok daha farklı bir anlam kazanıyor.
Farklı Grupların Kendi Dillerinin İlk Dili Olması
Bazen İstanbul’un sokaklarında yürürken, karşılaştığım farklı dil ve ağızlar arasında kaybolurum. Kürtçe, Arapça, Zazaca, Lazca… Bunlar İstanbul’da her gün karşılaştığımız, şehrin kimliğini oluşturan diller. Her biri, bir kültürün, bir halkın dilidir ve tüm bu diller, bir zamanlar “ilk” dil olmuş olabilir. Ancak hangi dilin ilk dil olduğuna karar vermek, yalnızca tarihsel bir sorunun ötesindedir; bu, aynı zamanda bir kimlik mücadelesidir.
Bir gün, bir kafede çalışırken yan masada konuşan bir grup göçmenin sohbetini dinledim. Aralarındaki dil, sadece iletişim aracı değil, bir aidiyet hissiyatı, bir dayanışma biçimiydi. Onlar için kendi dillerini konuşmak, hem kimliklerini korumak hem de toplumun dayattığı asimilasyona karşı bir dirençti. Bu deneyim bana, dilin aslında sadece bir iletişim biçimi olmadığını, aynı zamanda bireylerin kimliklerini ifade etme biçimi olduğunu hatırlattı. Farklı grupların, kendi dilini “ilk dil” olarak kabul etmeleri, aslında sosyal adaletin ve eşitliğin inşa edilmesinin de bir yolu olabilir. Her dilin kendine özgü bir gücü vardır ve bu gücün farkına varmak, toplumsal eşitlik için atılacak ilk adımdır.
Toplumsal Cinsiyetin ve Çeşitliliğin Dili
Dilin toplumdaki cinsiyet eşitsizliğini nasıl yansıttığını ve beslediğini düşündüğümde, toplu taşıma araçlarında karşılaştığım bazı sahneler aklıma gelir. Kadınların toplu taşıma araçlarında, özellikle sabah işe giderken, nasıl yer bulmaya çalıştıklarını ve ne kadar dikkatli bir şekilde seyahat ettiklerini gözlemliyorum. Birçok kadının, yalnız seyahat etmektense bir grup halinde daha güvenli hissedip etrafına dikkat ettiğini görmek, dilin ve toplumsal yapıların ne kadar birbirine bağlı olduğunu gösteriyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, dilin kullanımıyla çok iç içedir; örneğin, bir kadının “erkeklerin” tercih ettiği alanlarda, “erkekler gibi” konuşmaya, davranmaya çalışması, aslında bir kimlik arayışıdır.
Ayrıca, bir kelime ya da deyim üzerinden toplumsal cinsiyetin nasıl biçimlendiğini görmek, bazen oldukça rahatsız edici olabilir. “Kadın işi” ve “erkek işi” gibi ifadeler, dilin içinde derinleşmiş cinsiyetçi kalıplardır ve bu kalıplar, toplumsal eşitsizliği pekiştirir. Oysa, dilin güçlendirici bir araç olarak kullanılması, bu tür kalıpları kırabilir ve toplumsal adaletin sağlanmasında önemli bir rol oynar.
Sonuç: Dil, Toplumsal Dönüşümün Anahtarıdır
Dünyanın ilk dili hangi dildir sorusu, yüzeyde basit bir tarihsel sorgulama gibi görünebilir. Ancak, dilin toplumsal yapıları, cinsiyet rollerini, çeşitliliği ve sosyal adaleti nasıl şekillendirdiğiyle ilgili daha derin bir anlam taşıdığını kabul etmek gerekiyor. İstanbul’un sokaklarında, toplu taşımada veya işyerlerinde karşılaştığım insanları gözlemlerken, dilin, sadece iletişim kurma aracı değil, aynı zamanda bir kimlik ve toplumsal yapıyı dönüştürme gücü taşıyan bir araç olduğunu fark ediyorum.
Dil, toplumun bireylerine, kim olduklarını ve nasıl algılandıklarını hissettirir. İlk dilin ne olduğundan çok, hangi dilin daha çok kabul gördüğü ve kimlerin sesi duyulabildiği üzerine düşünmek, sosyal adaletin inşasında önemli bir adımdır.